Anasayfa RÖPORTAJ

Kadıköy Anadolu Lisesi Eğitim Vakfı, 2014’te Ataşehir’de açtığı KALEV İlkokulu’nda birbirinden ilginç ve sıra dışı eğitimlere imza atıyor. 63 yıllık köklü Kadıköy Maarif geleneğini bu kez ilkokul çağındaki çocuklara taşıyan okulun bu sıra dışı eğitim anlayışı sonucu verdiği derslerden biri de Ekoloji Dersi. Halen İstanbul Üniversitesinde Peyzaj Ekolojisi alanında yüksek lisans eğitimini sürdüren ekoloji öğretmeni Esin Kuşluoğlu Kayhan, ekoloji dersleri konusundaki sorularımızı yanıtladı.

Neden ekoloji eğitimi?
Şehir yapıları ve üretim şekillerinin değişmesi sebebiyle nesil olarak doğadan ve doğal üretim şekillerinden uzaklaşıyoruz. Bizim kuşağımızdan önceki kuşağın büyük bir kısmı şehir çocuğu olarak yetişti. Bu sebeple tarımsal üretimlerle ve doğayla bağlarımız büyük oranda kopmuş durumda. Hem doğa tahribatını en aza indirmek hem de kopan bağlarımızı onarabilmek adına çocuklara verilecek doğa eğitimi çok büyük önem taşıyor. Ekoloji dersi ile çocuklarımızın hem doğayla olan bağlarını güçlendirmeyi hem de onları yeni tarımsal teknikler konusunda bilgilendirmeyi hedefliyoruz. Aslında bu yolla bir farkındalık çalışması yürütüyoruz.

Çocukların doğayla olan bağlarını güçlendirmek adına neler yapıyorsunuz?
Gerek bahçemizde gerek terasımızda yaptığımız uygulamalı derslerimizde mutlaka toprağa dokunmalarını sağlıyoruz. Ayrıca ders içeriği olarak her kademeyi sene içerisinde mutlaka bir ya da iki kez doğa yürüyüşüne götürüyoruz. Bununla beraber organik çiftliklere okul gezileri yapıyoruz ve ayrıca kamp etkinliklerimizi de gerçekleştiriyoruz. Doğa yürüyüşlerinde mutlaka ağaçları, böcekleri ve hayvanları yerlerinde inceliyoruz. Doğanın bir parçası gibi bir gün geçirip, sadece ayak izimizi bırakarak ayrılıyoruz ormandan.

Yeni tarım teknikleri derken nelerden bahsediyorsunuz?
Onarıcı tarım ve permakültür. Aslında ana çatımız onarıcı tarım. Besleyici ve adil gıda nasıl üretilir, bu ürünleri üretirken neler yapmalıyız sorunlarına cevap olacak uygulamalar yapıyoruz. Permakültür ile onarıcı tarıma giriş yapıyoruz. Tam Türkçe karşılığı ile kalıcı (sürdürülebilir) tarım diyebiliriz permakültür. Sadece sürdürülebilir tarım olarak değerlendirmek eksik kalıyor tabii, permakültür bazı etik değerler ve uygulama ilkeleri üzerinde yükseliyor. Ardından onarıcı tarım ile hayvansal üretimin ve bitkisel üretimin ayrı düşünülemeyeceğini anlatıyoruz ve çocuklarımızın dünyayı (doğayı) üreterek onarabileceğimizin farkına varmalarını sağlıyoruz. Öncelikle onlara doğaya nasıl bir bakış açısıyla yaklaşmaları gerektiğini anlatıyoruz. Ardından tarımsal uygulamalarımızla bu bakış açısını desteklemeye çalışıyoruz. Toprağı ve doğayı sömürmeden, doğanın işleyişine en uygun yolla nasıl üretim yapabileceklerini anlatıyoruz. Tabii ki bu konuları yaş gruplarına uygun olarak hem öğrenip hem eğlenebilecekleri uygulamalarla aktarıyoruz.

Bu eğitimi alan öğrencilerin nasıl bir farkındalığı olacak?
Dünyadaki bütün sorun su ve yiyecek üzerinden çıkıyor. Bu eğitimle çocuklarımıza vermek istediğimiz yedikleri yiyeceklerin ne koşullarda, hangi tekniklerle üretildiğini sorgulamaları. Herhangi bir eylem gerçekleştirirken bunun muhtemel bütün sonuçlarının yanında doğal süreçlerdeki sonuçlarını da sorgulamaları. Üretim yapmayı tercih edenlerinin de doğal yollarla üretim yapabilecek temel bilgiye ve felsefeye sahip olabilmelerini hedefliyoruz. Bir yandan da doğal sistemlere uygun yaşam ve üretim sistemleri oluşturabilecek sorgulama yetisine sahip olabilmelerini önemsiyoruz. Aslında işin özünde yaklaştıkları herhangi bir konuya “Neden?” diye sorabilmeleri bizim için çok önemli, bu durum ekoloji eğitiminde de de bir anlayış olarak kendini gösteriyor.

Velilerin ve çocukların geri dönüşleri nasıl oluyor?
Çocuklar çok mutlu oluyorlar. Kendi başlarına çamurda yürüyebildiklerini, patikalarda gezebildiklerini görebilmek onları çok mutlu ediyor. Yürüyüşlerden hemen sonra tekrar ne zaman gideceklerini soruyorlar ve diğer yürüyüş için planlar yapıyorlar. Velilerin bir kısmı çok pozitif karşılıyor yapılan uygulamaları. Bir kısmı ise önce tepkili olabiliyor. Ancak çocukların ne kadar mutlu olduklarını ve özgüvenlerini ne kadar desteklediğini fark ettiklerinde ön yargıların çoğu kırılıyor. Ne mutlu ki bu uygulamalarımızla ilgili olumsuz bir geri dönüş almadık.

Atılım Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Halil İbrahim Ülker, duygusal zeka ile ilgili soruları cevapladı.

1) Duygusal zekâ nedir?
Kişinin kendisiyle, başkalarıyla ve yaşamla başa çıkma mücadelesinde başarılı olma yeteneğidir. Hem akademik hayatta, hem de iş dünyasındaki başarıları; iş bulmayı, iş performansını ve doyumunu, liderliği, aidiyet duygusunu, takım ruhunu olumlu etkilediği biliniyor.

2) Doğuştan gelen bir yetenek mi, yoksa sonradan geliştirilebilir mi?
Doğuştan gelmiyor ancak ilgili bir potansiyel ile doğuluyor, asıl yapısı ise yaşadıkça toplum içinde gelişiyor ve bu ömür boyu sürüyor. En fazla gelişme çocukluk döneminde oluyor. Gelişmede çevre kadar bireyin çabası da büyük rol oynuyor.

3) Neden önemli?
Duygusal zekâ, bilişsel zekâyı tamamlayan bir güç. Bu nedenle bireyin başarısı, mutluluğu, kendisini tanıması, çevreyle iyi iletişim ve iyi ilişki kurması, takım oyununa uyabilmesi, kendi sorumluluğunu alabilmesi, insanların duygularını doğru anlayabilmesi, kamusal sorumluluğunu fark etmesi açısından önemli. Günümüzde meslekten çok kariyer geliştirme öne çıktı. Ne yaptığınız değil, nasıl yaptığınız önem kazandı. Sertifika programları, açık ve uzaktan öğretim olanakları gibi fırsatlar birleştirilerek yeni mesleklere hazırlanılabilir. Bunun yolu etkili bir duygu ve değerler eğitimi, kısaca duygusal zekânın geliştirilmesinden geçiyor.

4) Bu konuda ailelere nasıl bir sorumluluk düşüyor?
Bu konunun birinci sorumlusu tabii ki, çocuklara sorumluluk vererek terbiye edecek ebeveynler. Duygusal zekânın geliştirilmesi için çocuğun duyguları fark edilmeli ve ifade etmesi engellenmemeli. Çocuğa güven, merak, öğrenme isteği öğretilmeli. Çocuk sosyal sorumluluk projelerine katılabilmeli. Dürüstlük üzerine konuşup, öykü yazdırmak, metin okutmak gerekiyor. Duygu ve düşüncelerini açıklama fırsatı verilmeli. Onun sorunlarını siz çözmeyin, kendisinin çözmesine yardımcı olun. Arkadaş edinmesini destekleyin. Hata yapmasına izin verin. Sonucuna katlanmasını, özür dilemeyi öğrenmeliler. Takım oyunlarına teşvik edilmeliler.

5) Birey, duygusal zekâsını geliştirmek için kendisi neler yapabilir?
Stresi azaltıp, duygularını kontrol etmeye çalışmalılar. Her koşulda kendisine güvenmeli, kendisini motive etmeli, dünyaya olumlu bakmalı ve iyimser olmalı.

Gazeteci ve Habertürk TV program yapımcısı Balçiçek İlter, YÖK Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç ile bir röportaj yaptı. “YÖK, İş ve İşçi Bulma Kurumu değildir” diyen YÖK Başkanı Saraç, çarpıcı açıklamalarda bulundu.

YÖK’te 10 yılı aşan bir çalışmanız var. Sizin için nasıl bir tecrübe oldu?
İlk olarak Sayın Ahmet Necdet Sezer döneminde atandım, Sayın Abdullah Gül döneminde görev sürelerim uzatıldı, son olarak da Cumhurbaşkan’ımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından başkan olarak atandım. Diğer bir ifadeyle 3 defa YÖK üyeliğine atandım ve 3 Cumhurbaşkanı’mızın da imzası var YÖK kariyerimde. Şunu öğrendim, yükseköğretimin idaresi ile profesör unvanına sahip olmak doğrudan ilişkili bir husus değil. Bu eğitim sistemi gerçekten büyük ve pek çok imkanı ve sorunu var. Bu sorunlara tecrübeyle yaklaşılmasının önemi büyüktür diye düşünüyorum. O yüzden hiçbir brifing almadım, “Bana süre verin, kurumu ve yükseköğretimi tanıyayım” gibi kamuoyundan ve akademi camiasından bir talebim de olmadı.

Bu büyük bir avantaj…
Evet, ama dezavantajı da var. Beklenti çok yüksek oldu. Hemen gelir gelmez elimde bir sihirli değnekle bütün sorunları çözeceğim beklentisi oluştu. Biz ise program yaptık ve önceliğimizi belirledik: Kalite çıtasını yükseltmek. Sayın Cumhurbaşkanı’mızın da bizlerden beklentisi ve yönlendirmesi bu yönde. Bakın, yükseköğretimdeki okullaşma oranı Avrupa’daki ülkelerden yüksek, bu başarı yatay büyümedir. Ama derinliği kastettiğimiz bir de dikey büyüme vardır.

Yani kalite öyle mi?
Evet. Yükseköğretimdeki sayısal büyümeye kalitenin eşlik etmesi gerektiği ortada ve bu sorunları gidermede bir beklentinin olması da tabii. Başkan olarak tayinimizin hemen akabinde doktora kriterleri, temel bilimler, bazı programlara baraj gibi konularda birtakım iyileştirici kararlar aldık ve kalitede iyileştirme süreci devam edecek.

YÖK eleştirilerin odağında bir kurumdur. YÖK Başkanlığı gerçekten ateşten bir gömlek mi?
Çok doğru. Toplumun farklı kesimlerinin farklı talepleri bulunuyor. Önünüzde iki yol var. Ya popülist yaklaşımlarla “Evetçi” olursunuz ve her teklife olumla yaklaşırsınız ya da daha gerçekçi olur, ülkenin ihtiyaçlarını ve şartlarını göz önüne alarak bazen “Hayır” demeyi görev bilirsiniz. Tabii bir de kuruma ait algı meselesi var. YÖK’ün kurulduğu döneme ait olumsuz imajını da değiştirmek istiyoruz.

12 Eylül’den bahsediyorsunuz…
Evet. YÖK anayasal bir kurumdur. Anayasa koyucu gerekirse, yetkisini kullanır, bu kurulu kaldırır. Elbette her durumda biz işimizi doğru yapmak zorundayız. Ama mesele YÖK’ün yetkilerinin ne olacağı. Eğer gerekli yapılanmalar gerçekleştirilmez ise 1 YÖK yerine 185 YÖK ile karşılaşabiliriz ve sistemde bir dağılma söz konusu olabilir.

“YÖK’ÜN KALDIRILMASI MESELESİ BİLİMSEL BİR ORTAMDA MÜNAKAŞA EDİLMELİ”

Peki kişisel olarak sorayım, sizce YÖK kaldırılmalı mı?
YÖK ismiyle veya bir başka isimle, YÖK’ün fonksiyonlarının çoğunu devam ettirecek kurumsal bir yapıya bugün ihtiyaç olduğu gibi yarın da vardır. Bu tartışma bizi gerçeklerden uzaklaştırıyor. YÖK’ün kaldırılması yükseköğretimin iyileşmesi için düşünülüyorsa, bu çok yanlış. Çünkü eğitim-öğretim aslında bir bütün. İlköğretim, hatta onun öncesinden başlayan halkaları bulunan bir zincir bu, birbirlerini etkiliyorlar. Dolayısıyla yükseköğretimdeki iyileşme YÖK’ün kaldırılmasıyla değil, topyekün eğitim ve öğretimde iyileşme, nitelikte ve kalitede iyileşmeyle ile ancak mümkün olabilir.

“YÖK kaldırılsın” çıkışları doğru değil mi sizce?
2547’nin benim de tasvip etmediğim yönleri var; ama unutmayalım ondan daha iyi bir yasa ile kötü uygulamalar sonucu çok kötü sonuçlar ortaya çıkabilir. YÖK’ün kaldırılması meselesinin bilimsel bir ortamda münakaşa edilmesi lazım. Bu da şunu gerektirir, 2547’nin yerine ikame edilecek yeni kanunun bir ruhu ve felsefesinin olması lazım. Sadece bugün yaşanılan sorunlara cevap verme amacı taşıyan bir girişim yanlış olur. Öncelikle nasıl bir eğitim-öğretim (sadece yükseköğretim de değil) bunun cevabının verilmesi lazım. Ayrıca bu cevabın çoğunluk görüşüyle değil, geniş mutabakatla kabul görmesi de lazım. Bilim çevrelerinin ve toplumun farklı kesimlerinin üzerinde uzlaşacağı bir zemin olmalı kanımca. Ondan sonra, bu temel üzerinde yeni bir inşa hareketine girişilmesi lazım.

Az önce “Eğitim-öğretimde kalite lazım” dediniz, biraz açalım mı o noktayı?
Okullaşma oranındaki büyümeye kalitedeki iyileşme eşlik etmeli. Mesela girişteki barajlar yakın dönemde 3 defa düşürüldü. Bunun eğitim-öğretime olumsuz etkileri oldu. Artık gelen öğrencilerin programların yürütülmesi için gerekli olan donanıma sahip olmadıklarına dair üniversitelerden ciddi şikayetler artmaya başladı. Ve sınavları incelediğimizde artık dört işlem bile bilemeyenlerin mühendislik programına girebildiği bir vasatın oluştuğunu görüyoruz. Üniversiteler temel sayısal becerilerin, cümle kurmanın ve muhakeme yapmanın, yabancı dilin öğretildiği kurumlar olmamalı.

Çok ciddi bir tehlike bu…
Bu, ülkenin istikbaliyle ilgili… Bu sorunun çözümü YÖK’ü aşan bir durum. Bunun için Sayın Cumhurbaşkanı’mız kaliteye önem veriyor. Bizler bu yüzden barajlar koyuyoruz, tıpta, hukukta, mühendislikte. Bunların hepsi gelen öğrencinin niteliğini sorgulayan düzenlemeler. Yükseköğretimde kalite açısından yapısal bir iyileşme bekliyorsak yoğunlaşmamız gereken lise eğitimidir. Zincirin o halkasındaki, o aşamadaki niteliği yükseltmek zorundayız. Eski lise hocalarını, yani öğrencisine hem öğretmen hem rehber olan hocaları kaybetme durumundayız. Öncelikle bunların ele alınması lazım.

Bu yüzden mi tıp, hukuk, mühendislik, mimarlık alanlarına baraj getirdiniz? Evet. Bu bölümlerin dekanları aynı programda sıralamada bininci öğrenci ile 365 bininci öğrencinin aynı anda okuduğunu söylüyorlar. Aynı sınıfta aynı müfredat, aynı öğretmen, ama öğrenciler arasındaki fark bu kadar büyük! Talepler onlardan geldi, biz olumlu yaklaştık. Bu aslında girdi odaklı niteliği artırıcı önlemlerdir.

“YETKİN MÜHENDİSLİK OLGUSUNUN TÜRKİYE’YE GİRMESİ GEREKİR”

Geri kalan alanlar ne olacak peki?
Aslında bizim isteğimiz, yükseköğretime gelen öğrencilerin programların gerektirdiği yetkinliği sağlayarak gelmeleridir. Yakın dönemde Milli Eğitim Bakanlığı tarafından buna yönelik niteliğiniteliği artırıcı tedbirlerin alınacağından umutluyuz. Bir de çıktı esaslı düzenlemeler lazım. Meslek icrası için bu saydığımız programlarda sınavların yapılması gerekir.

Kim yapacak sınavı? YÖK mü?
Hayır, YÖK’ün de içinde bulunduğu ama başka paydaşların da yer alacağı sınavlar olmalı. Örneğin artık “yetkin mühendislik” olgusunun Türkiye’ye girmesi gerekir. Doktorluk, hukuk gibi mesleklerin icrası için bu fakülte mezunlarının ayrı bir sınava girmesi yerinde olur, bunun için ise yasal düzenleme gerekiyor. Buna ilişkin önerimizi hükümete ileteceğiz. Fakat karamsarlığa da kapılmamamız gerekiyor. Bugün bizim çektiğimiz sıkıntıları bütün dünya yaşıyor aslında. Sıkıntının temelinde yükseköğretimdeki kitleselleşme trendi, okullaşma oranının birinci hedef belirlenmesi ve niteliğin sonra aranması var.

“Kitleselleşme” derken herkesin üniversite mezunu olma isteğinden mi bahsediyoruz?
Evet. Bu durum başka sosyal sorunlara sebep oluyor. Her diploma alan iş bulma garantisinin devlet tarafından kendisine verildiğini sanıyor. Oysa öyle bir durum yok. ILO’nun son raporuna göre kalkınmakta olan ülkelerdeki üniversite mezunu kişilerin iş bulma ihtimalinin bu tahsili görmeyenlere göre düşük olduğu ortaya çıktı.

Bu çok ciddi bir tespit!
Kesinlikle. Hatta bu durum bazı ülkelerde sosyal patlamalara yol açabiliyor. Üniversite algısının değişmesi gerekiyor. Bu algıyı biz YÖK olarak tek başımıza değiştiremeyiz. YÖK, İş ve İşçi Bulma Kurumu değildir. Üniversite sadece meslek edindirmez, birinci vasfı topluma yararlı, çevresine duyarlı, dünyadaki varoluş sebeplerini daha derinlemesine kavrayabilen, entelektüel düzeyi olan insan yetiştirmedir. Fakat son dönemlerde Türkiye’nin de içinde bulunduğu küresel bir yükseköğretim algısı oluşmuştur. Üniversite hocası ve öğrencisi profili tüm dünyada maalesef değişti.

“ÜNİVERSİTENİN KİMYASI DEĞİŞTİ”

Nasıl bir profil oldu?
Üniversiteye verilen misyon ve ona bakış açısı değişti; yüksek ücretli iş bulma imkanı sağlayan kurumsal yapılar ve araştırma laboratuvarları… Üniversite hocası; elinde çanta proje peşinde koşan insan… Üniversite mezunu; çıkar çıkmaz yüksek ücretle iş bulan… Tüm dünyada gittikçe yaygınlaşan algı budur. Üniversitenin kimyası değişti. Artık pek çok ülkede bu savrulmanın sıkıntıları bir bir ortaya çıkıyor ve bunun önüne geçmek için dünyanın çeşitli yerlerinde konferanslar düzenleniyor, çalışmalar yapılıyor. O yüzden biz de “Nasıl bir yükseköğretim?” sorusunun cevabını vererek, yani zihniyet meselesini çözerek işe başlamalıyız.

YÖK’ün yetkilerini bu yüzden mi devrediyorsunuz?

YÖK eleştirilirken, yetkilerinden kaynaklanan uygulamaları kastediliyor. Başkan tayin edildiğimiz andan itibaren belli bir plan dahilinde üniversitelere yetki devirlerini başlattık. Önce yatay geçişleri bıraktık, daha sonra bütünleme sınavlarını, ikinci öğretimin başlama saatlerinin belirlenmesini… Aynı şekilde yaz okulu açıp açmama kararını da üniversitelere bırakacağız. Fakat bugüne kadar yetkilerimizin genişliğinden dolayı bizi protesto edenler bu sefer “Bunu niye üniversitelere veriyorsunuz?” diye eleştiriyorlar şimdi. En radikal değişiklik ise disiplinle ilgili yetkilerimizi bırakmak. Konuya ilişkin yasa teklifi önerimiz bitti, bugünlerde Başbakanlık’a sunacağız.

Rektör ve dekan dışında…
Evet çünkü onları atamalarında bizim imzamız var. Yıllardan beri YÖK; akademisyenler üzerinde ceza veren, soruşturma açan, okuldan atan bir kurum olarak eleştiriliyordu. Artık bu sayfayı çeviriyoruz ve bir dönemi kapatmak istiyoruz.

“ATAMALARIN CUMHURBAŞKANI TARAFINDAN YAPILMASINA BÜTÜN REKTÖRLER ÖNEM VERİYOR”

Nasıl bir YÖK hayal ediyorsunuz?
Planlamaya ağırlık veren, bu planlamaya göre düzenleme yapan, bunun gereklerinin yapılıp yapılmadığının değerlendirmesi ve denetlemesini yapan bir YÖK. Dünyada yükseköğretimin nereye gittiğini gören, diğer taraftan Türkiye gerçeklerini göz ardı etmeden, popülist söylemlere girmeden, bir yükseköğretim politikası oluşturacak bir yapı. Kalkınmış ülkeler arasına girdiğimizde çok iyi yükseköğretim kurumlarımızın olacağı düşünülüyor. Halbuki ülkeler kalkındıktan sonra üniversiteleri iyi olmaz, üniversiteleri iyi ve gelişmiş olduğu için kalkınırlar.

Az önce yarım kaldı, rektör ve dekanları YÖK mü atamalı sizce?
Bütün fonlamanın bir merkezden yapılıp daha sonra bu merkezin, o kurumun üst yöneticilerinin seçimine karışmamasını istemek doğru ve gerçekçi mi? Ama bu seçimlerin üniversitelerde yara açtığı da biliniyor. Belki üniversiteler kendi içinde idari personelinin ve öğrencinin belli bir nispette yer aldığı bir arama komitesi oluşturabilir ve adaylar böyle belirlenebilir. Ve bundan sonra belirlenen adaylar yukarıya sunulabilir. Elbette daha başkaca öneriler de geliştirilebilir. Tabii geniş katılım gerektiren bir süreçle.

“Yukarısı” derken? “YÖK ve Cumhurbaşkanı” diyorsunuz. Peki ama geçmişte seçilmesine rağmen atanmayan rektörler için ne diyeceksiniz?
Birinci seçildikten sonra atanmama durumunu sadece bir sebeple izah etmek çok yanlış olur. Diğer taraftan atamaların Cumhurbaşkanı tarafından yapılmasına aslında bütün rektörler önem veriyor.

Neden?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni en üst düzeyde temsil eden bir zatın imzasıyla atanmış olmanın ayrı bir anlamı vardır. Ayrıca halk tarafından seçilmiş bir Cumhurbaşkanı tarafından atanmış olmak, halkın iradesiyle ilişkilendirilen bir rektör olma sıfatına da sahip olmayı getiriyor beraberinde. Bu da yeni bir durum.

0 3066

İstanbul Aydın Üniversitesi 75 milyon dolar yatırım yaptığı tıp fakültesini önümüzdeki yıl açıyor. Fakülte bünyesinde 250 yataklı hastane de kurulacak.

İstanbul Aydın Üniversitesi sağlık bilimlerine yaptığı yatırımları yeni bir fakülteyle taçlandıracak. Üniversite çatısı altında 2016-2017 eğitim öğretim döneminde öğrenci almaya başlayacak bir tıp fakültesi açılıyor. Yaklaşık 75 milyon dolarlık yatırımla açılacak fakülte kapsamında 250 yatak ve 100 muayene odası bulunan hastane de inşa edilecek.

İstanbul Aydın Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanı Mustafa Aydın, yaşam kalitesini yükselten mesleklerin her zaman revaçta olduğunu söyledi. Üniversitenin son yıllarda yaptığı yatırımlarla sağlık alanına yöneldiğini belirten Aydın, tıp fakültesiyle ilgili detayları anlattı.

-Tıpta bu yıl kontenjan uygulaması da başladı. Ciddi bir rekabet var. Öğrenciler neden İstanbul Aydın Üniversitesi’ni seçmeli?
Vakıf üniversitelerinin son yıllarda artmasıyla elbette eğitim sektöründe de bir rekabet ortamı doğdu. Ancak başarılıysanız ve doğru işler yapıyorsanız tercih edilirliğiniz önlenemez. İstanbul Aydın’ın 7 yıl üst üste en çok tercih edilen vakıf üniversitesi olması tesadüf değil. Bu, yapılan yatırımlar ve sarf edilen emeğin karşılığıdır.

-Fakültenin altyapısını nasıl hazırladınız?
Tıp fakültemizi açmadan önce sağlık bilimlerinde kurduğumuz laboratuvar komplekslerimizle ciddi bir altyapı oluşturduk. Fizyoterapi ve hemşirelik gibi alanlarda son teknolojiye sahip laboratuvarlarımızla öğrencilerimize eğitimler verdiğimiz gibi, altyapımızı toplumun hizmetine de sunuyoruz. Diş hekimliği fakültemizle SGK anlaşmalı hizmet veriyoruz.

-Diğer fakültelerden farkınız ne olacak?
Diş hekimliği fakültesinde okuyan bir öğrenci uygulamaya geçmeden önce ‘fantom’ denilen robot kafalarla diş tedavilerini öğreniyor. Bu eğitimler sırasında “bir öğrenciye bir akademisyen” şeklinde gerçekleştirdiğimiz uygulamalarımızla bire bir eğitime olanak sağlıyoruz. Bu çalışmalarımızı önümüzdeki yıldan itibaren tıp fakültemiz ile taçlandıracağız.

-Sağlık hizmetleri de verilecek mi?
Lisans eğitiminin yanı sıra seçkin akademik kadrosuyla topluma sağlık hizmeti de sunacağız. 55 bin metrekarelik fiziki alana sahip fakültede elbette topluma da hizmet vereceğiz.

-Ne kadarlık yatırım yaptınız?
Bugüne kadar hiçbir teknolojik yatırımdan kaçınmadık. Türkiye’nin en iyi akademisyenlerini bünyemize kattık. Tıp fakültemizin projesi de bu doğrultuda ilerliyor. Yaklaşık 75 milyon dolarlık yatırım maliyeti ile Türkiye’nin en büyüğü olma yolunda öğrencilerimiz ve hastalarımıza hizmet sunmaya hazırlanıyoruz.

Kaynak: Sabah

0 2041

Uludağ Üniversitesi’nin yeni Rektörü Prof. Dr. Yusuf Ulcay, Bursa Ticaret ve Sanayi Odası’nın yayın organı BTSO Ekonomi dergisinde üniversitenin yeni vizyonunu ve projelerini paylaştı.

“Yeni Rektör, Yeni Yönetim, Yeni Üniversite” anlayışıyla Bursa’ya ve Uludağ Üniversitesi’ne farklı bir bakış açısı getiren Prof. Dr. Ulcay, 3. Nesil Üniversitesi vizyonunu, yeni yönetim anlayışını, projelerini ve Bursa Ticaret ve Sanayi Odası ile birlikte gerçekleştirilen işbirliklerini anlattı…

*Uludağ Üniversitesi’nde sizinle başlayan kent ile iç içe olan ve kurumsal işbirliklerine önem veren bir yapı görünüyor. Bunu değerlendirebilir misiniz?

YUSUF ULCAY: Rektörlük seçim sürecinde eleştirdiğimiz noktalardan bir tanesi üniversitemizin şehrin dinamiklerinden bağımsız hareket etmesiydi Hepimizin bildiği gibi birlikten güç doğar. Dolayısıyla Bursa’nın tüm dinamiklerini yanımıza almamız gerekiyordu.
Bursa’nın dinamiklerini meydana getirenlerin tüm kurumlarla ortak paydalarımızı ortaya çıkarmak ve o noktalarda güçlerimizi birleştirerek daha etkin ve sonuç odaklı faaliyetler ortaya çıkarmak adına hemen harekete geçtik. Bu kapsamda da Bursa’ya değer katacak faaliyetlerde işbirliği yapılacak kurum ve kuruluşlarımızla bir araya gelerek üniversitemizin 4 yıllık yol haritasını hazırlamaya başladık.
Kent dinamiklerimizle 4 yıl boyunca ne zaman, ne yapacağımızı ortaya çıkarmak istiyoruz. Bu şehrin ortak aklını harekete geçirmekten kastımız bu. Bununla alakalı olarak ilgili kurum ve kuruluşları aynı çatı altında topladığımız küçük çalıştaylar yapıp, onların üniversiteden beklentilerini ölçmeye çalışıyoruz. Toplantı çıktılarını rapor haline getirip, 4 yıllık görev süremizi buna göre planlıyoruz.
Sonuçta buradaki öğrencilerin eğitimi ve yapılan araştırmalar Türkiye’nin geleceğini daha ileri bir noktaya taşımak için. Türkiye’nin ileri gidebilmesi için de önce Bursa’nın çıtasını yükseltmesi lazım. Bu anlamda Bursa’nın aklı olan Uludağ Üniversitesi’nin de Bursa’ya liderlik edecek bir konuma yükselmesi gerekiyor. 60 bin öğrencisi, 13 fakültesi, 2 yüksekokulu, 1 yabancı diller meslek yüksekokulu, 1 konservatuar, 16 meslek yüksekokulu, 4 enstitüsü, 22 merkezi, 2 bin 500 akademisyeni, 3 bin 500 çalışanı olan üniversitemizin paydaşlarla beraber hak ettiği konuma gelmesi adına çalışmalarımızı sürdürüyoruz.

*Bursa’ya sanayi kentinin ihtiyaç duyduğu 3. nesil üniversite bakış açısını ortaya koydunuz. İlerleyen zamanda Uludağ Üniversitesi’ni neler bekliyor?

YUSUF ULCAY: Bildiğiniz gibi Türkiye bugün birçok söylemde ve konuşmalarda ‘orta gelir tuzağına takıldık’ diyoruz. Orta gelir tuzağı dediğimiz; teknolojisini kendi üretmeyen ülkelerin fason üretimle gelebilecekleri en üst nokta… Biz de fason üretimle gelebileceğimiz en üst noktaya geldik. Eğer gerçekten hedeflediğimiz 25 bin Dolar ve ötesindeki kişi başına gayri safi milli hâsıla seviyesine ulaşmak istiyorsak, teknoloji üreten bir ülke haline gelmemiz lazım. Teknoloji üreten bir ülke haline gelmek de sadece sözle olmuyor. Birincisi 3. nesil üniversite vizyonu burada gündeme geliyor. Biz şu anda 1. nesil bir üniversiteyiz, sadece eğitim ve öğretim ile meşgulüz. Araştırma yapıyoruz ama yeterli değil. Bu yüzden öğretim üyelerini motive edip, tüm kaynaklardan yararlanılmasına yönelik kendilerine gereken araştırma desteğini vereceğiz.
Bizim kendi bilimsel araştırma proje desteklerimiz var. Bunları kullanabildiğimiz maksimum derecede öğretim üyelerimizin projelerine destek sağlayacağız. Eğer bir sanayici benim üniversitemdeki bir öğretim üyesiyle bir projeye girer ve 100 bin lira koyarsa ben de üniversite olarak 50 bin lira koyacağım. Bu bizim yönergelerimizde var, fakat bugüne kadar uygulanmamış. Küçük ama etkin projelerde bunu kullanabiliriz.
Esas önemli olan projeleri yapmak, patent almak veya faydalı model üretmek… Patent ve faydalı model almak fikri mülkiyet haklarını korumak anlamına gelir ama koruduğunuz bir fikri mülkiyet hakkı eğer ekonomiye değer katmıyorsa o ülkeye üniversitede bir şey katmıyordur. Bizim üniversitemizde Teknoloji Transfer Ofisi olan Türkiye’deki 20 üniversiteden bir tanesi. Bu Teknoloji Transfer Ofisi şuanda emekleme safhasında. Teknoloji Transfer Ofislerinin iki ana fonksiyonu var, bir tanesi üniversitede gerçekleştirilen buluş, icat, faydalı model, ürün, proses gibi katma değer oluşturma potansiyeli olan bilgilerin koruma altına alınmasıdır. Bu da patent veya faydalı modeller ile gerçekleşmekte. Dolayısıyla demek ki Teknoloji Transfer Ofisinin birinci ayağı bunları koruma altına almak ikinci ayağı ise bunu pazarlamaktır.
Siz eğer bunları ekonomik değere dönüştüremiyorsanız o patentlerin hiçbir faydası olmaz. Ama her yaptığınız ürünün fikri mülkiyet haklarını koruma altına aldığınız çalışmalar illaki ticari olarak başarı kazanacak anlamına gelmez. Bu noktada pazarlama bölümünün çok etkin bir şekilde çalışan, piyasayı bilen kişilerden oluşması lazım ki üniversitede yapılmış olan bir buluşun koruma altına alınması için Teknoloji Transfer Ofisine gelindiğinde önce onun patentinin alınıp alınmaması, koruma altına alınıp alınmaması için pazarlama bölümünün karar vermesi lazım. Şuanda Türkiye’deki Teknoloji Transfer Ofislerinde maalesef bundan uzağız. Ama dönüşümün başlanmış olması önemli bir konu…
Dünyada Teknoloji Transfer Ofislerinin yaklaşık yüzde 50’si sadece üniversiteler tarafından kurulmuş, yüzde 35’i üniversite ve sanayi ile ortak kurulmuş, yüzde 15’i de sadece sanayiciler, özel sektör tarafından kurulmuş. Bizim modelimiz ikinci bahsettiğimiz yani Uludağ Üniversitesi ve sanayici ile birlikte ortak olarak kurduğu bir teknoloji transfer ofisine sahip. Dükkânınızdaki rafa bir tane ürün koyarsanız o dükkâna bir kaç kişi gelir bakar ama rafları doldurursanız müşteri oraya girip buradan benim alabileceğim bir şey var der.
Tabi bunun bir de ikinci bir yönü var bu aldığınız patentlerin korunması. Lisanslama geliri uzun bir süreç ve 3. nesil üniversite olabilmemiz için bu zinciri tamamlamamız lazım. Bu zinciri tamamlamak için kendi ekosisteminin doğru oluşması icap ediyor. Ekosistemin içinde sadece öğretim üyesi yok, sanayici de var. Şimdi sanayicimizin de eğer kendisine gelir getireceğine inandığı patentlerin kullanım hakkını almak için para verebilecek bir pozisyona gelmesi gerekiyor. Nasıl üniversite bir takım şeyleri değişmesi bir süreçse, sanayicinin de bu tip konumlara yaklaşımı da bir süreçtir. Bu süreci de şehrin dinamikleri ile ortak çalışarak hızlandırabiliriz. Bir nevi bu yaptığımız işler; bu çalıştaylar, bu toplantılar dinamiklerle beraber hareketle edebilme, bu kesimlerin beraber hareket edebilme kabiliyetini kullanabilmemiz içindir. 3. nesil üniversite işte bu…
Üniversitenin içerisinde yani master ve doktora yapan talebe sayısının ciddi oranda artması gerekir. 60 bin talebinin içerisinde öğrenci sayısı 3 bin. Baktığınızda yüzde 5’e karşılık gelen bir rakamdayız. Bir araştırma üniversitesi hüviyetine gelebilmem için benim master, doktora talebimin 3’te 1’ini geçmesi lazım, 60 bin öğrencisi olan üniversitede 20 binleri konuşmamız lazım. Şuan uzak gibi gözüküyor ama hedef koyarsanız yakalarsınız.

*Üniversitede master ve doktora öğrenci sayısının artırılması adına neler yapılabilir?

YUSUF ULCAY: Master ve doktora sayısı kendiliğinden artırılmaz. Önce alt yapının buna uygun olarak hazırlanması lazım. Master, doktora talebe sayısını artırabilmek için onları buraya çekecek birtakım imkanların sunulması lazım. Sadece teknik değil, sosyal alanda bile öğrenciler için bu kampüsün içerisinde yaşabilecekleri özel ortamlar sunman gerekli.
Dünyadaki gelişmiş ülkelerde araştırmacılar, yani master-doktora talebeleri veya doktora sonrası araştırma yapan araştırmacıların evi genellikle kampüs içerisinde. Biz artık bunları talebe olarak görmeyip, yurt mantığından çıkıp lojman yapmamız lazım ki 24 saatini bu kampüste geçirsin. Eğer teknik olarak laboratuvar kullanması gereken bir zamanda sadece sabah 8 akşam 5 mantığı olmamalı. Gece yarısı da deney devam ederken gece 2’de bir deney düzeneğinin süresi bitip yenisini başlatacaksa bunu Bursa’daki bir evden gece yarısı gelip yapmaz. Ama kampüsü içinde yaşayan biri bisikletine atlar, 5 dakika içinde laboratuvara gelir, deney düzeneğinin yenisini takar, çalışmayı başlatır. Benim laboratuvarımı 24 saat çalıştırabilmem lazım.
Teknoloji her geçen gün çok hızlı bir şekilde yenileniyor. Telefonlarımızı daha 2 yıl varmadan değiştiriyoruz. Bilgisayarlarımızı belli bir yıldan sonra değiştirir hale geldik. Laboratuvar cihazları da böyle… Teknoloji yenileniyor ve mevcut teknolojiyi kullanabilmem için üniversitemin master-doktora talebelerine 24 saat açık olması lazım. Üniversitemizin içerisini bir yaşam merkezi haline dönüştüreceğiz.

*Kentle ve öğrenciyle hep bir arada olan bir rektörsünüz… Sosyal sorumluluk projelerinizle de önemli bir misyon üstleniyorsunuz. Önümüzdeki döneme yönelik farklı sosyal projeleriniz var mı?

YUSUF ULCAY: Evet. Büyükşehir Belediyesi, BTSO ve Milli Eğitim ve Emniyet Müdürlüklerimiz ile önemli sosyal projeler başlattık. Yakında mahkûmlara yönelik bir çalışma da söz konusu… Milli Eğitim Bakanlığı’yla birkaç tane daha proje hazırlığımız var. Özellikle belli liselerin uluslararası bir takım sınavlara hazırlanması noktasında. Örneğin PISA sınavında ülke olarak düşük bir noktadayız. Bir takım sivil takım örgütleriyle de ortak çalışmalar yapmamız söz konusu. Onun için tüm sivil toplum kuruluşlarında üniversitemizin cevap verebileceği nitelikteki ihtiyaçlarını karşılamayı planlıyoruz. Bu çalışmaları da birkaç ayda tamamlayıp 4 yıllık yol haritamızı ortaya koymak istiyoruz ki zaman içerisinde bunları gerçekleştirmek için çalışmayı hedefliyoruz.

*Eğitim kalitesinin arttırılmasının yanı sıra daha rekabetçi bir Uludağ Üniversitesi ortaya çıkarmak istediğinizi kamuoyu ile paylaştınız. Bu kapsamda yapılacak projelerden bahsedebilir misiniz?

YUSUF ULCAY: Bu noktada TÜBİTAK, ASELSAN, HAVELSAN gibi kurumlarımızın çatısı altında savunma sanayi ağırlıklı ciddi çalışmalar yapılıyor. Biz de bunun bir örneğini ASELSAN ve HAVELSAN ile işbirliği anlaşması imzalayarak başlattık. Öğretim üyelerimizin sunumlarını dinleyip, ortak projeler noktasında planlama aşamasındayız ve yakında da bir tanesine de başlıyoruz. Yani sadece şehrimizin değil ülkemizin dinamikleriyle de ulusal araştırmalara ve yatırımlara yön veren belli projelerde çalışma noktasında çalışmalar başlattık. İmzaladığımız protokollerin gereğini de bu 4 yıllık süreç içerisinde yerine getirmeyi hedefliyoruz.
Üniversitemizin 1/100 bin’lik gelişme planını da ortaya koymak istiyoruz. Kampüsümüzün sadece 4 yıl değil en az 20 yıllık gelişme planını ortaya koyup, bu 4 yıl içerisinde biz kendi yapacaklarımızı bu master plana göre hayata geçirmek istiyoruz. Bunu kamuoyuyla da paylaşacağız. Bu kampüs, Türkiye’nin en büyük bir kampüslerinden bir ve farklı şekilde kullanılması lazım. Sadece öğrencilerin gelip gittiği değil, şehrin de bir şekilde kullanabileceği bir yer olması gerekiyor diye düşünüyoruz.

*Uludağ Üniversitesi’nin stratejik ortak niteliğindeki Bursa Ticaret ve Sanayi Odası’nın projelerine katkısı ne olacak?

YUSUF ULCAY: Üniversitelerin zaten kurulma nedenlerinden birincisi bulunduğu coğrafyanın gereksinimlerini karşılamaktır. Bu ihtiyaçları ben burada oturarak belirleyemem. Şehrin dinamikleriyle görüştüğüm takdirde ben bu gereksinimleri ortaya çıkarırsam stratejik yol haritamı da ona göre belirlerim.
BTSO da yeni yönetimiyle Bursa’yla daha iç içe, önemli projelerin üretildiği ve yönetildiği bir kimliğe kavuştu. Ben de BTSO’nun birçok projesinde danışman olarak ve çalıştaylarında moderatör olarak yer aldığım için çalışmaların yakinen biliyorum. Zaten Uludağ Üniversitesi ve BTSO arasında makro projelerle ilgili imzalanmış bir işbirliği protokolü de var. Bu katkımız artarak devam edecek. Bizim söylemden çok öteye geçmeyen üniversite-sanayi işbirliğini gerçek manada uygulamaya geçirmek için BTSO başta olmak üzere tüm sanayi bölgeleri ve iş dünyası kuruluşlarıyla bölgesel ihtiyaçları karşılama ve projeler yürütmek noktasında birlikte hareket etmemiz kentimize büyük faydalar sağlar.

*Bursa Ticaret ve Sanayi Odası’nın Bursa ekonomisini güçlendirmek adına ortaya koyduğu 16 makro projeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

YUSUF ULCAY: Özellikle Bursa Ticaret ve Sanayi Odası’nın ortaya koyduğu ve özellikle Başkan İbrahim Burkay’ın hep gündeme getirdiği Gökmen Projesi, Bursa ekonomisinin orta ve ileri teknoloji üretimine geçiş vizyonunun sembolü konumunda. Uzay, havacılık, ev tekstili, bebe-çocuk, raylı sistemler gibi kentimizin potansiyel sektörlerinde kümelenme çalışmalarının başlatılması da büyük stratejik değer taşıyor.
Bunlarda ve tüm diğer projelerde ortaklaşa hareket edeceğimiz alanlar var. Örneğin bizim üniversite içerisinde 9 km’lik bir uçak pisti var. Şimdi bizim hedeflerimiz içinde üniversitemize Uzay, Havacılık Fakültesi kurmak var. Bursa Ticaret ve Sanayi Odası’nın oluşturduğu uzay, havacılık sektörüne yönelik kümenin ortakları zaten şuanda uluslararası iki büyük şirketin tedarikçileri olarak çalışıyorlar. Birisi Boeing, diğeri Airbus. Devletimizin de bu noktada yerli üretimi teşvik etmek adına bir çalışması var. En azından yerel uçakların şehirlerarası çalışmasına yönelik ve bunların parçalarının üretiminin yerel üretimle sağlanması gibi. O zaman bizim sadece pilot değil, yer hizmetleri ve teknik elemanların da yetiştirmemiz gerekir. Mademki Bursa bu noktada sektörel bir küme kurmuş, BTSO ile biz de üniversite olarak bunun eğitim ve araştırma ayağında hatta uygulama ayağında da olmak istiyoruz. Üniversite içerisindeki pisti rehabilite edersek, yerel olarak metronun da varlığı düşünülürse biz bunu bir şekilde kullanıma açabiliriz.
Son dönemde Bursa’da Valiliğimiz, Büyükşehir ve ilçe belediyelerimiz, Üniversitemiz, BTSO ve iş dünyası kuruluşlarımız arasında çok güzel bir sinerji ve ortak çalışma kültürü ortaya çıktı. İnanıyorum ki ortaya koyduğumuz bu uyumu merkezi idarenin de desteğini alarak çok önemli işbirliklerine imza atacağımız güzel bir gelecek bizleri bekliyor.

Türkiye’nin önde gelen beyin araştırmacılarından biri Uzman Dr. Bülent Madi, nöroloji uzmanı. Oyunlar ve beyin gelişimi konusundaki çalışmalarıyla dikkat çekiyor. Madi, çocuklukta sağlıklı bir beyin gelişimi için oyunların önemli olduğunu söylüyor.

Bilgisayar oyunlarını ise hiperaktivitenin kontrolünde kullandıklarını belirtiyor. Ancak Dr. Madi’nin bir uyarısı var: “Bilgisayara, tablete hayır demiyorum. Ancak sadece bilgisayar oyunları çocukların çok yönlü beyinsel gelişimi için yeterli değil. Diğer fiziksel harekete dayanan oyunların da sürece dahil edilmesi gerekiyor.” Dr. Bülent Madi ile teknoloji, oyun ve çocuk ilişkisini konuştuk:

*Oyun, çocukların gelişiminde nasıl bir rol üstleniyor?
Oyunun çeşitleri var. Denge, mekânsal ve matematiksel algı, okuma-yazma, empati, sosyal ilişkiler gibi birçok konuda yarar sağlıyor. Anne karnındaki bebek bile hareket ederek bir şekilde oyun oynuyor. Bebekler dünyaya geldiği andan itibaren onlara oyun oynamayı öğretmemiz gerekiyor. Göz kontağı, ilişki kurabiliyorsanız, bebeğinizle oyun oynamaya başlayabilirsiniz.

*Bunun beyin gelişimindeki payı ne?
Bütün beyin fonksiyonlarının gelişiminde oyun büyük bir görev üstleniyor. Örneğin görme bölgesi beynin arka tarafında bulunuyor. Ama gördüklerimizin algılandığı bölüm, arka tarafın yanlarında yer alıyor. Çocuğunuzla farklı yüz ifadeleri yaptığınız bir oyun oynarsanız, bu bölümlerde büyük bir gelişme meydana gelir. Oyun, çocukların hayatının her anında olmalı. Sokağa çıkmasanız bile yüz ifadesi ya da renkli bulmaca gibi basit oyunlarla onun beyinsel gelişimine büyük katkı sağlayabilirsiniz.

*Oyunla öğrenim arasında nasıl bir ilişki var?
Oyun, beyin hücreleri arasındaki bağlantıları arttırıyor. Oyun esnasında bu bağlantıların artması için kimyasal maddeler daha hızlı ve etkin çalışıyor. Bilgiler böylece daha kalıcı hale geliyor, bu da öğrenmeyi geliştiriyor.

*Hangi tip oyunlar beyin gelişiminde daha etkili?
Aslında Anadolu’da birdirbir hariç tüm çocuk oyunları önerilebilir. Yöresel halk oyunları, saklambaç, körebe ve seksek. Örneğin saklambaç çok ilginç bir beyin gelişiminin kapısını aralıyor. Çevremizle ilgili en çok bilgiyi görerek alıyoruz. Bunu ortadan kaldırdığımızda geriye işitme duyumuz kalıyor. Çocuk bu yolla arkadaşının nerede olduğunu algılamaya çalıştıkça tüm bu yetenekleri gelişiyor. Körebe de denge, adımlama, mesafe hesaplama gibi birçok yeteneği geliştiriyor. Seksek de matematiksel algıda önemli bir etkiye sahip. Bunun yanı sıra mekânsal algı, denge gibi birçok önemli beceride de önemli gelişmeler sağlıyor. Bu oyunların neredeyse hepsi beyinciği, görme bölgesini, dikkat ile ilgili faaliyetlerden sorumlu alın bölgesini geliştiriyor.

*Aileler neler yapabilir?
Her şeyden önce bir oyunda hareket, dokunma, müzik/ritim olması gerekiyor. Bunlar ilköğretimde çocuklara sunulmalı ancak bu tip oyunlara yer veren herhangi bir program yok. Sorumluluk ailelerde. Çocuklarıyla birlikte yeni oyunlar keşfedebilirler. Ağaca tırmanmak bile beyin gelişimi açısından çok faydalı. Ayrıca masa tenisi gibi birçok spor aynı zamanda bir oyun. Ben özellikle ailelerin gözetiminde mutfak çalışmalarını öneriyorum. Çocuğunuza “Hadi tek ayak üstünde şu keki karıştıralım” dediğinizde harika bir oyun oynamış oluyorsunuz. Ya da 15’e kadar sayarken “Şu camı silelim” diyebilirsiniz. Güçlü bir beyinsel gelişim için çocuğu eylemin içine sokmalısınız.

*Bilgisayar oyunlarının dikkatin arttırılması, refleks gelişimi ve anlık karar verme becerisinde önemli katkıları var. Biz hiperaktivitenin kontrolünde bilgisayar oyunlarını kullanıyoruz. Bilgisayara, tablete hayır demiyorum. Ancak sadece bilgisayar oyunları çocukların çok yönlü beyinsel gelişimi için yeterli değil. Diğer fiziksel harekete dayanan oyunların da sürece dahil edilmesi gerekiyor. Bilgisayar oyunlarının çocuklara sağladığı gelişim sınırlı. Çocuk, bilgisayar oyunlarında kimseyle iletişim kurmuyor ya da bu çok sınırlı kalıyor. Gelişimde en önemli unsurlardan biri olan sosyal etkileşim, bilgisayarda geri plana atılıyor. Bunun oyunlarda bir şekilde sağlanması gerekiyor. Oyunların 3 boyutlu olması lazım, bilgisayar oyunlarının 2 boyutlu dünyası buna uygun değil. Çocuklar oyunlarda dokunmalı, yaşamalı ve hissetmeli. Tüm duyularını kullanmalı.

*Yaz tatili geldi. Bilgisayarın başından kalkamayanlara ne önerirsiniz?
Çok yanlış. Anne-babalar çocuklarına şarkı söylemeyi öğretsin. Onları Anadolu’nun yöresel oyunlarına yönlendirsin. Böylece çok taraflı bir beyinsel gelişimin sağlanmasına yardımcı olabilirler. Çocuklar sokak oyunlarından kopmasın. Seksek, saklambaç, körebe oynasın. Sokak oyunları konusunda birçok yardımcı kitap yayımlandı. Aileler çocuklarını bu oyunlarla tanıştırabilir, buna önayak olabilir.

Çocukların beyinsel gelişimi için faydalı oyunlar:
– Taş üzerinde zıplama
– Seksek
– Duvarda yürüme, ip atlama
– Mutfak oyunları
– Körebe, saklambaç, kovalamaca
– Yöresel halkoyunları
– Ritim temelli oyunlar

Kaynak: Hürriyet

Mihriban Aktarı 61 yıl aradan sonra üniversiteye döndü, resim bölümünü bitirdi, 84 yaşında diplomasını alıyor. Torununun deyişiyle ‘Dünyanın en öğrenci babaannesi’ olan Aktarı, “Önüm açık, yaşım uygun olsa üç üniversite daha bitiririm” diyor.

Üniversite başvuru formundaki gençlik fotoğrafını göstermek için çantasını açıyor. Biraz önce çıktığı son sınavın ders notlarını ve transkriptini çıkarıyor önce. Cüzdanını açıyor, içinden öğrenci kartı düşüyor. Biraz derinlerden buluyor fotoğrafı. Kendi ifadesiyle ‘kara kuru’ ama gözleri ışık saçan bir genç kız… Mihriban Aktarı o fotoğrafı çektirdikten kısa bir süre sonra eğitimine ara vermek zorunda kalmış. Ama mücadelelerle geçen bir hayata rağmen okul defterini hiç kapatmamış. 2011’de yürürlüğe giren af yasasıyla 61 yıl aradan sonra 80 yaşında okula dönmüş! Şimdi de mezun oluyor. Mihriban Hanım’la okulu Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde buluştuk. Her şeyin yerinde ve zamanında yapılmasını seven Mihriban Hanım bizi kırmadı, mezuniyet töreninden önce cüppe ve kep giydi.

61 yıl aradan sonra üniversiteye döndünüz. 84 yaşınızda, başarıyla mezun oluyorsunuz. Kendinizle gurur duyuyor musunuz?
-Yaptığım şeylerin zaten yapılması lazımdı. Öyle geliyor bana. Resim tahsili yapamadığım için çok eksiklik duyuyordum. Şimdi tamamım.

Eğitiminiz neden yarım kalmıştı?
-Maddi durumumuz çok bozuktu. Öğretmen okulundan mezun olduktan sonra Fransızca bölümüne girdim. Okulun açıldığı gün evden babamın cenazesi çıktı. Ben de öğretmenliğe başladım. Bir yıl Doğu’da görev yaptım. Sonra anneciğimle İstanbul’a döndük. Babamın çalıştığı matbaanın müdürü beni matbaaya yerleştirdi. Orada çalışırken imtihanlara girdim. Resim bölümünü kazandım. Üç-dört ay hem okudum hem çalıştım. Ama sonra okul ve iş arasında tercih yapmak zorunda kaldım. Çünkü okulda devam zorunluluğu vardı.

Nasıl etkiledi okulu bırakmak sizi?

-Üzüntüden verem oldum. Sonra öğretmenliğe devam ettim, kendime başka meşgaleler buldum ama okul defterini hiç kapatmadım.

Eğitimine devam etmek isteyenler için bir af çıktığını nasıl öğrendiniz?
-Televizyon açık, hem haberleri dinliyorum hem ortalığı topluyorum. “Hükümet hiç koşulsuz af çıkardı” diye bir haber duydum. Ne yapabilirim diye düşünmeye başladım. Yemek yiyemiyorum, uyuyamıyorum… 15 gün kimseye bahsetmeden bir çözüm aradım. Sonra eşime “Sen bu af konusunu duydun mu” dedim. Duymuş. “Hiç düşünmez misin devam etmeyi” diye sordum. O da hukuku yarıda bırakmıştı. “Ben hayatımdan memnunum” dedi. “Ama ben isterim” dedim.

Şaşırdı mı?
-“Sen bilirsin ama ben olsam yapmam bu yaştan sonra. Rahat mı batıyor?” dedi. Oğlumun bu okulda bir doçent arkadaşı var. Ona durumu anlattım. Bir hafta sonra aradı “Senin işin oldu” deyince ben yere oturuvermişim. Okulun açılmasını beklerken çılgın gibiydim. Hep “Tanrı bana bir dört sene daha verir de okur, mezun olur muyum” diye düşündüm.

Duyanlar nasıl tepkiler veriyordu?
-“Başlasın, yarın bırakır”, “Bu yaşta bu olur mu” dediler hep.

YOK ÖYLE VAZGEÇMEK

Okulun ilk günü nasıldı?
-Sınıfa girdim, oturdum. Çocuklar gelmeye başladı. Sonra hocamız geldi, çizmemiz için bize bir konu verdi. Başımın içinde çanlar çalmaya başladı. Tansiyonum kim bilir kaça çıktı? Kâğıdın neresinden başlayıp o nesneyi kâğıda nasıl yerleştireceğimi katiyen bilemedim. Hocamız baktı, “Olmamış” dedi. Eve gittim. Attım çantayı. Eşime “Bugün bu iş bitti” dedim.

O da “Ben sana demiştim” mi dedi?
-Hayır. “Yok öyle vazgeçmek” dedi. Başta karşı çıkmıştı ama sonra çok destekledi. İlk zamanlar başarabilecek miyim endişesinden zona oldum. Yine de okulu bırakmadım. Her gün evden çıkıp üç vesaitle okuluma gittim.

Öğrenciliğin tatlı-yaramaz taraflarıyla aranız nasıldı? Bir gün olsun okulu astınız mı? Kopya çektiniz mi? Sınıf arkadaşlarınızla çimlerde oturdunuz mu?
-Çok ciddi bir öğrenciydim. Devamlılığa düşkündüm. Öğrenci dediğin devamlılığından belli olur. Kopya çekmek de aklımın ucundan geçmedi. 40 sene öğrencilerime kopyanın zararını anlattım çünkü.

“RESİM DERSLERİNDE ÇOK SIKINTI ÇEKTİM”

Notlarınız nasıldı?
-En önemli özelliğim çalışkan olmam. Bir-iki çizim dersi dışında bütün notlarım fevkalade güzeldir. Ama resimde çok sıkıntı çektim. Bir dört sene daha okursam bu sene mezun olacakların seviyesine gelebilirim belki. Öyle görüyorum kendimi. (Mihriban Hanım böyle deyince yanında oturan eşi Şahap Bey hemen “Ben seni beklerim” diye fısıldadı, Mihriban Hanım da bana dönerek “Bekler, biliyorum” dedi.)

Nasıl çalışırdınız derslere?
-Kitaplarım yatak odamda, başucumda durur. Her akşam yatmadan bir defa okurum konuları.

Sınıf arkadaşlarınızla aranız nasıldı?
-Beni görünce deli divane olurlar. Ben de onları çok severim. Evime çaya geliyorlar, gülüşüyoruz, oynaşıyoruz. Mezun olmanın sevinci var ama onlardan ayrıldığıma çok üzülüyorum. Bu dört yıl ömrümün en güzel yıllarıydı. Okulun kapısından girince cennete girmiş gibi oluyordum.

80’li yaşlarda öğrenci olmakla daha erken yaşlarda olmak arasında nasıl bir fark var?
-İnsan sanıyor ki 20-25 yaşındaki aklı hep onunla kalacak. Oysa öyle değil, o kadar çok azalıyor ki… Kemik erimesi gibi, nasıl yaşlandıkça kemikleriniz eriyorsa zekânızda da kayıplar oluyor. Öğretmenken öğrencilerimin isimlerini hemen ezberlerdim, burada sınıf arkadaşlarımın isimlerini öğrenmem zaman aldı.

BİR SAATİM BİLE BOŞ GEÇMEDİ


“Sınıftan arkadaşlarım ‘Mihriban Teyze bıkmadın mı aynı kişiyle 62 yıldır birlikte yaşamaktan’ diye sorarlar. Şimdiki nesil çok değişik düşünüyor. Biz daha 62 sene yaşarız beraber.”

Torununuz da sizin gibi üniversite öğrencisiydi bu dönemde değil mi?
-Evet, son sınavıma girmeden önce telefonda “Dünyanın en tatlı, ‘en öğrenci’ babaannesi, seninle iftihar ediyorum. Hadi şimdi sen bitir, arkadan da ben bitireceğim” dedi.

Tanrı o dört seneyi size verdi. Ondan başka bir isteğiniz var mı?
-Kalan ömrümün sağlıkla geçmesini istiyorum. Eşimle, çocuklarımla, torunlarımla…

Neler yapacaksınız bundan sonra?
-Önüm açık ya, yaşım uygun olsa daha üç üniversite bitiririm. Ama artık son durağa geliyoruz. Bu okulda öğretim görevlisi olayım isterdim. “Kal, danışman ol” diye ısrar ediyor hocalar ama gücüm yetmez. Eşimin de bana ihtiyacı var.
Bundan sonra ne yapabilirim bilmiyorum. Sanıyorum ki boş oturmam. Çünkü hayatta bir saatim bile boş geçmedi.

Mezuniyet için heyecanlı mısınız?
-Çok. Elbisesini daha geçen seneden aldım. Bakıp bakıp yerine asıyorum bazen.

Eğitimi yarım kalanlara tavsiye eder misiniz okula devam etmelerini?
-Herkese tavsiyem bu. O kadar üzülüyorum ki hanımların bir evde toplanıp oyunlar oynamasına… Çay içsinler, eğlensinler, bu olur. Ama o güzelim vakitlerini boşa harcamasınlar.

Kaynak: Hürriyet

0 15308

Hacettepe Üniversitesi Halk Sağlığı Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Hilal Özcebe okulda hijyen konusundaki soruları cevapladı.

1) Okulda hijyen neden önemli?
-Kişisel temizlik davranışlarının kazanılamaması ya da temiz olmayan çevre koşulları, çocukların hasta olmasına neden oluyor. Bu yüzden okulda lavabo ve tuvaletlerin, sınıfın, spor salonlarının ve koridorların temiz olması gerekiyor. Her teneffüste tuvalet ve lavaboların temizliğinin yapılması, bu alanlarda tuvalet kâğıdı, havlu kâğıt ve sıvı sabunun bulunması önemli. Ayrıca tuvaletlerde akar su olmalı, çöp kutusu bulundurulmalı, çöp kovası ayakla açılma mekanizmasına sahip olmalı.

2) Dersliklerin temizliğinde nelere dikkat edilmeli?
– Sınıflar sık sık havalandırılmalı. Sıra, sandalye, masa ve çocukların kullandığı dolap varsa bu alanlar ders aralarında temizlenmeli. Sınıf perdelerinin sık sık yıkanması gerekiyor. Pencerelerde panjur varsa tozu alınmalı. Kalorifer peteklerinin yapısına göre temizlik yönteminin belirlenmesi ve uygulanması da unutulmamalı. Beden eğitimi veya giyinme salonlarında kullanılan malzemelerin ve fiziksel ortamın temizliği de önemli.

3) Çocuğun kişisel temizliği nasıl sağlanmalı?
-Çocukların okulda kişisel temizliklerinde en önemli konu, el temizliği. Yemek yemeden önce ve sonra, tuvaletten sonra, ayakkabı ile temasta bulunulduğunda, herhangi bir kirli iş yapılmasının ardından el temizliğine dikkat edilmeli. Bunun için akar su altında eller ıslatılmalı, sabunlanmalı ve tüm yüzeyi, parmak araları, el sırtı ve ayası ovalanarak yıkanmalı. Daha sonra da durulanarak kurulanmalı. Çocuklar beden eğitimi dersi sırasında giysi değişikliği yapıyorlarsa, okul elbiselerini temiz olarak katlamaları ve dersten sonra da giymeleri önerilir.

4) Çocuklara hijyen eğitimi nasıl verilmeli?
– Çocuklar hijyenik olmayı görerek öğreneceği için, öncelikle büyüklerin temizliğine dikkat etmesi gerekiyor. Okulda ise öğretmenlerin katkısı çok önemli. Öğretmenlerin söylediklerini, davranışlarını çocuklar çabuk kabul eder. Eğer okulda hijyen kurallarına ilişkin uygun ortam sağlandıysa hızla bunları benimser ve uygularlar. Diğer taraftan okul kitaplarında ve derslerde konu olarak ‘kişisel hijyen’in anlatılması da gerekiyor.

5) Okul kantinlerinin temizliği için neler önerirsiniz?
-Kantin görevlisinin temiz kıyafetler giymesi, sokak elbiseleriyle çalışmaması gerekiyor. Yiyecek ve içeceklerin hazırlanması sırasında ellerinin temiz olması, eldiven ve maske kullanması önemli. Eldiven kullanırken yiyecek dışında başka bir yere dokunulduysa eldivenlerin değiştirilmesi, yiyecek ve içecek hazırlanırken kullanılan muftak malzemesinin temiz olması şart. Servis sırasında farklı yiyeceklere ayrı kaşıklar kullanılmalı. Mutfakta yiyecek ve içecek servisi yapan görevlinin, çocukların verdiği paraya dokunmaması, yiyecek ve içecekleri temiz eldivenle servis etmesi önemli. Çocuklara tek kullanımlık tabak, çatal ve kaşık verilmeli.

Tohum Otizm Vakfı Genel Müdürü Betül Selcen’e göre otizmin tek ilacı eğitim. Ancak, 0-18 yaş grubunda 352 bin otizmli çocuk ve gencin bulunduğu Türkiye’de, eğitim alabilen otizmli çocuk sayısı yaklaşık 21 bin.

Nisan ayı Birleşmiş Milletler tarafından bütün dünyada Otizm Farkındalık Ayı, 2 Nisan ise Otizm Farkındalık Günü ilan edildi. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’deki sivil toplum örgütleri ve dernekler otizmde farkındanlık yaratmak için çalışmalar yapıyor. Türkiye’de 0-18 yaş grubu arasında yaklaşık 352 bin otizmli çocuk ve genç var. Otizmin tedavisinde eğitim çok önemli. Peki, verilen bu eğitimler yeterli mi? Milli Eğitim Bakanlığı’na düşen görevler neler? Çocukların daha iyi bir eğitim görebilmesi için neler yapılmalı? Tohum Otizm Vakfı Genel Müdürü Betül Selcen Özer, Hürriyet’in sorularını yanıtladı.

Otizmin tedavisi özel eğitimle mümkün. Peki, Türkiye’de özel eğitim yeterli mi?
Otizmin günümüzde bilinen tek tedavisi, erken tanı ile yoğun, sürekli özel eğitim. Ülkemizdeki uygulamalara gelince diğer tüm özel gereksinimli çocuklarımız gibi otizmli çocukların da kaliteli eğitime erişebilmelerinde önemli eksiklikler var. Yasal yönetsel düzenlemelerin çoğu gelişmiş ülkelerle aynı seviyelerde olmasına rağmen uygulamada önemli açıklar söz konusu.

Nitelikli eğitim her çocuğun hakkıdır fakat otizmde eğitim, eğitimden de öte tedavi, diğer bir deyişle, otizmin tek çaresi. Ülkemizde özel gereksinimli öğrenciler için temel olarak iki eğitim ortamı söz konusu. Bunlar, kaynaştırma eğitiminin uygulandığı genel eğitim okulları ve ayrıştırılmış eğitimin uygulandığı özel eğitim okulları. Genel eğitim okullarında çocuk yarı zamanlı ya da tam zamanlı olarak normal gelişim gösteren akranlarıyla eğitim almaya devam edebiliyor. Yarı zamanlı kaynaştırma eğitiminde çocuğun çoğunlukla akademik olmayan derslerde ya da bazı müfredat dışı etkinliklerde (örneğin, yemek sırasında, törenlerde) akranlarıyla bir arada eğitim alması akademik derslerde ise özel eğitim sınıfında gereksinimlerine uygun biçimde eğitim alması tasarlanır. Tam zamanlı kaynaştırma uygulamasında ise, özel gereksinimli öğrenci okulda bulunduğu tüm zamanlarda normal gelişim gösteren akranlarının devam ettiği sınıfa devam ediyor. Ayrıştırılmış eğitim ise yetersizlikten etkilenme derecesine de bağlı olarak genel eğitimden yeterli düzeyde yarar sağlayamayacağı düşünülen çocukların devam ettikleri kurumlar. Kaynaştırma eğitimine devam edebilen çocukların ayrıca destek olarak otizmleri ile ilgili eğitim alabilmeleri için destek eğitim sistemi var. Burada esas çocukların okula gidebilmeleri ve okul sonrası destek eğitim alabilmeleri.

Özel Eğitim Rehabilitasyon Merkezleri denilen dershanelerde alınan bu eğitim ve buna bağlı olarak ailelere sağlanan eğitim desteği arzu edilen noktadan çok uzak. Otizmli çocuklara ve ailelerine ayda 12 saat (8 saat doğrudan çocuğun eğitimi 4 saat ise aile eğitim için) destek eğitim ücreti ödeniyor. Bu ücret RAM (Rehberlik Araştırma Merkezi) raporu olan aileler için aylık 600 lira 48 kuruş. Araştırmalar erken çocukluk ve okul öncesi döneminde (özellikle 3-5 yaş arası) en az 30 saat eğitim alınmasını önerir, yoğun destek sunulmasının olumlu sonuçlarını ortaya koyar bu nedenle bu dönemde mutlaka otizmli çocuklar için eğitim saatleri ve desteği arttırılmalı.

Otistik Çocuklar Eğitim Merkezleri’nin (OÇEM) durumları nasıl? Yeterli eğitimi sağlayacak düzeyde mi?
MEB 2013-2014 eğitim öğretim yılı verilerine göre, Türkiye’de otizmli ve zihinsel engelli bireylerin eğitim aldığı Özel Eğitim Uygulama Merkezi 676. Bu okullarda eğitim alan toplam öğrenci sayısı ise 19 bin 46. Bugün kaynaştırmaya devam eden 2 bin 85 otizmli öğrenci var. Ayrıştırılmış eğitimde 19 bin 46 kaynaştırmada 2 bin 85 otizmli öğrenci olmak üzere toplam okullaşabilen ve eğitime erişebilen otizmli çocuk sayısı 21 bin 131. Oysa 0-18 yaş grubunda 352 bin otizmli çocuk ve gencimiz olduğunu düşünürsek bu sayılar çok yetersiz.

Otizmli çocukların eğitimleri konusunda, acilen otizm spetrum bozukluğu gösteren çocukların gösterdiği yetersizlik alanlarına, öğrenme ve davranış özelliklerine uygun bir müfradatın hemen tüm eğitim kademeleri için hazırlanmasına yönelik çalışmaları gerçekleştirilmeli. Aynı zamanda öğretmenlerin etkili öğretim konusunda bilimsel dayanaklı uygulamaları uygulayabilmelerini sağlamak ve hizmet içindeki öğretmenlerin bu anlamda destek alabilecekleri düzenlemeler (örneğin, web portalları, gereksinim temelli hizmet için eğitim programlarının düzenlenmesi, uzaktan koçluk sistemi) ülke çapında yaşama geçirilmeli. Otizmli çocukların eğitimlerinde sıralanan bu iki nokta iyi bir başlangıç noktası olarak görülüyor. Genel müfredattan yararlanan otizmli çocuklar kaynaştırma eğitimi almalı, orta ve ağır düzeyde otizmden etkilenmiş çocuklar yetersizlik alanlarına uygun müfredatla eskisi gibi OÇEM’lerde eğitim almalı.

Kaynaştırmalı eğitimde de aileler sorunlar yaşıyor. Bu sorunların giderilmesi için ne yapmak gerek?
Örgün eğitim sisteminin müfredatını takip edebilecek seviyede olan otizmli çocuklar ise, genel eğitim okullarında yarı zamanlı ya da tam zamanlı olarak normal gelişim gösteren akranlarıyla eğitim almaya devam edebiliyor. Yarı zamanlı kaynaştırma eğitiminde çocuğun çoğunlukla akademik olmayan derslerde ya da bazı müfredat dışı etkinliklerde (örn., yemek sırasında, törenlerde) akranlarıyla bir arada eğitim alması akademik derslerde ise özel eğitim sınıfında gereksinimlerine uygun biçimde eğitim alması tasarlanır. Tam zamanlı kaynaştırma uygulamasında ise, özel gereksinimli öğrenci okulda bulunduğu tüm zamanlarda normal gelişim gösteren akranlarının devam ettiği sınıfa devam ediyor.

Sistem böyle kurulmuş olmasına rağmen; bugün hala otizmli çocuklarımızın birçoğu ülkemizde okula gidemiyor okullara kabul edilmiyor. Çoğunun alabildiği tek eğitim destek eğitim. Destek eğitim Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı rehabilitasyon merkezlerinde ayda12 saat olarak veriliyor. Otizmli bir çocuğun haftada en az 30 saat eğitim alması gerektiği düşünüldüğünde bu destek çok az. Kaynaştırma sınıflarındaki tüm okul öncesi, sınıf ve branş öğretmenlerinin kaynaştırma konusunda bilgi ve beceri sahibi olmaları sağlanmalı. Bu amaçla gerektiğinde uzaktan eğitim olanaklarından yararlanılmalı. Öğretmen yetiştiren programlarda var olan özel eğitim ve kaynaştırma dersleri zorunlu hale getirilmeli ve içerikleri kaynaştırmaya doğrudan hizmet edecek şekilde yeniden düzenlenmeli.

Milli Eğitim Bakanlığı’na ne gibi görevler düşüyor?
2013-2014 MEB verilerine göre ülkemizde örgün eğitim alan toplam öğrenci sayısı 17 milyon 787. Bu toplam rakam içinde engelli öğrenci sayısı 254 bin 705. Yani Türkiye’deki örgün eğitime devam eden öğrenci nüfusunun sadece yüzde 1.5’inin engelli öğrencilerden oluştuğunu görüyoruz. Halbuki bu oran gelişmiş ülkelerde örneğin Avrupa’da yüzde 3-6 arasında. Aslında ülkemizde yasal yönetsel düzenlemeler uluslararası kriterlere ve normlara uygun olarak hazırlandı, gelişmiş ülkelerden çok farklı değil. 1997’de yürürlüğe giren 573 sayılı Özel Eğitim Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameye Türkiye’nin imzaladığı BM Engelli Hakları Sözleşmesi’ne göre, her seviyede engellilere eğitim hakkı vermiş olmasına rağmen uygulamada çok büyük eksikler var.

Bunun en önemli nedenleri bu düzenlemelerin uygulanabilmesi için gereken tedbirlerin zamanın da alınmamış olması ve ne yazık ki halen tedbir alınmaması. Bu konu sadece bir tek bakanlığı ilgilendirmeyip bilakis birçok bakanlık, kamu, özel kurumların ve STK’ların, koordinasyon içinde çalışmasını gerektirir. Ayrıca özel eğitim öğretmeni eksiği ve bu öğretmenleri yetiştirecek öğretim üyesi sayısının yetersizliği sorunun büyük bir parçası. Ülkemizde 33 üniversitede özel eğitim bölümü var. Bu bölümlerde toplam 222 öğretim elemanı görev yapıyor. Halen 7 bin özel eğitim öğretmeni açığı var ve bu açığın bu kapasite ile kapanması imkansız. Özel eğitim öğretmeni eksikliği öngörülememiş ve gereken önlemler alınmamış olması kısa ve orta vadede bu sorunun çözümünü zorlaştırıyor. Dolayısıyla bu konu daha uzun yıllar sorun olacak gibi görünüyor.

Otizm ile ilgili bilinmesi gerekenler
Otizm nedir?
Otizm Spektrum Bozukluğu, doğuştan gelen ve genellikle yaşamın ilk üç yılında fark edilen karmaşık bir gelişimsel bozukluk.

Ne kadar yaygın?
Dünyada her 68 çocuktan birisi otizmli doğuyor. Otizmin görülme sıklığı günümüzde çok büyük bir hızla artıyor. 1985 yılında her 2 bin 500 çocuktan birine konulan otizm tanısı, 2001 yılında 250, 2013 yılında ise 88 çocuktan birine denk gelirken günümüzde doğan her 68 çocuktan biri otizmli olarak dünyaya geliyor. Otizmin erkek çocuklarındaki yaygınlığı, kızlardan 4 kat fazla.

Nasıl anlaşılır?
Otizmin temel belirtileri arasında; başkalarıyla göz teması kurmamak, gözlerin bir yere takılıp kalması, ismi söylendiğinde bakmamak, sözleri tekrarlamak, parmağı ile istediği şeyi gösterememek, akranlarının oynadığı oyunlara ilgi göstermemek, sallanmak, çırpınmak, parmak ucunda yürümek, dönen nesnelere karşı aşırı ilgi ve takıntılı davranışlar gözleniyor.

Tedavisi mümkün mü?
Otizmin günümüzde bilinen tek tedavisi ise, erken tanı ile yoğun, sürekli özel eğitim. Erken tanı ve ardından gelecek haftada en az 20 saat özel eğitimle otizmli çocukların hayatlarında büyük fark yaratmak, sağlıklı gelişim gösteren akranları ile birlikte aynı okulda okuyacak seviyeye getirmek mümkün olabiliyor.

Kaynak: Hürriyet

Matematik Köyü kurucusu Prof. Ali Nesin, Habertürk’e verdiği röportajda, “Matematik sınavlarını kaldırın, gençler enerji dolar” dedi. İşte Aslıhan Lodi’nin söyleşisi…

Vehbi Koç Vakfı’nın her yıl kültür, eğitim ve sağlık alanında verdiği 100 bin dolarlık ödülün son sahibi Prof. Dr. Ali Nesin ve Matematik Köyü oldu. Nesin, 1995’ten itibaren öğrencilerini önce evinde, sonraları Nesin Vakfı’nda çalıştırmış. 2007’den beri ise “olaylar” Şirince yakınlarındaki Matematik Köyü’nde geçiyor.

Başlarken belirteyim; Matematik Köyü’nün program kontenjanları, kayıtlar başlar başlamaz doluyor. Dünyanın çeşitli üniversitelerinden akademisyenlerin ders verdiği köy; kâr amacı gütmüyor. Hedef, gençlere matematiği öğretmek. Burada “öğretme” nin altını çizeyim çünkü “dersi sevdirmek” değil niyetleri. Onlara göre matematiği gerçekten öğrenen herkes zaten kendiliğinden seviyor. Sınav stresi yaşamadan yapılan dersler ve günlük hayatta bağımsız bireyler olarak kazandıkları deneyimlerse, eminim tüm öğrencilerde unutamayacakları izler bırakıyor. Prof. Dr. Ali Nesin’le hem çalışmalarını hem de eğitim sisteminin gidişatını konuştuk.

Matematik Köyü’nün Twitter hesabında okumuştum: “Matematik kolay değil, zordur. Sorunumuz zora gelememek.”
İnsanlar zorluktan çok, başaramamaktan, yani zorluğun sonuçlarından korkar. Başarısızlık öğesini atarsanız, zorluk insanların hoşuna bile gider. Mesela kolay bir bilmece çözmek istemeyiz. Çaresiz kalmamak koşuluyla, ne kadar zorlanırsak bilmeceden o kadar zevk alırız. Matematik derslerinden sınavları kaldırın, ortaya olağanüstü bir güzellik çıkar, gençler “Enerji” dolarlar. Sınavları kaldıramıyorsanız, sonuçları dramatik olmaktan çıkarın. Bunu herkes için yapamıyorsanız, bazı öğrenciler için yapın. Bugün hiçbir okul bu dediklerimi uygulayamaz. Çünkü okullar, müdürler, öğretmenler Ankara’nın ve sistemin esiri. Öğrencinin mutluluğu, gelişimi, her şey ikinci planda. Varsa yoksa üniversite sınavları.

Eğitim sisteminde sık sık temel değişiklikler yapılmasının gelecekte ne gibi etkileri olacak?
Eğitim sisteminin sürekli değişmesi normaldir aslında. Eğitim dinamik olmak zorundadır; çağ çok çabuk değişiyor, ihtiyaçlar sürekli gelişiyor. Ama iki sorun var: Yeni müfredata hazırlıksız yakalanan, kendilerini yenilemeyen öğretmenler ve değişimlerin çoğunlukla olumlu ve çağa uyumlu olmaması. Türkiye’nin 2023’te ilk 10 ekonomiye girmek gibi bir hedefi vardı. Bu amaç başlangıçta zor da olsa imkânsız değildi. İlk 12’ye girebilirdik mesela. TÜBİTAK’ın çapsızlığı nedeniyle bu şansı kaçırdık. 2071’de inşallah! Temel bilimler olmadan sanayi ancak taklit edebilir. Bu bilim ve teknoloji politikasıyla, Türkiye’nin pazarlanacak, dünya piyasalarını sarsacak yeni bir ürün ortaya çıkarması, buluş yapması mümkün değil.

Tüm dünyadan önemli akademisyenler yol paralarını bile kendileri karşılayıp köye destek verirken, TÜBİTAK neden yanınızda değil?
Temel bilimlerin gücüne ve yararına inanmıyorlar öncelikle; farkında değiller, çünkü TÜBİTAK mühendis kökenlilerin elinde. Mühendisler de matematiği bildiklerini sanırlar! Hiç bilmiyorlar. Genel bir perspektiften uzaklar. Birikimleri yok ve tabii ki Nesin soyadına tepki duyuyorlar. Hem babama hem de bana. TÜBİTAK’ın öncelikli kaygısı siyasi, ikincil kaygısı teknolojik; bilimsel kaygıları sıfır! Bence parçalanması gerekir. Şu anki oluşum çok da fena değil aslında ama işlevi kısıtlı. Ar-Ge’ye yarıyor, mühendisliğe yarıyor. Temel bilimler için bir başka yapılaşmaya gidilmeli. Mühendislikle temel bilimler aynı yapıda olursa, mutlaka ikisinden biri zarar görüyor. Bir de çok büyük ve çok geniş kapsamlı. Hiç kimse, bu kadar geniş kapsamlı bir kurumu hakkıyla yönetecek birikimde olamaz.

Milli Eğitim Bakanlığı sizden danışmanlık talep etse, işe nereden başlarsınız?
Bölgelere ve okullara özgürlük tanırdım. Eğitim sistemini, okulları çeşitlendirirdim. Türkiye’nin nüfusuyla birlikte okula giden genç sayısı da arttı. Bu kadar çok ve farklı gence aynı müfredatı, aynı eğitim sistemini, aynı kalıptan çıkmış öğretmenleri, aynı kitapları sunmak ancak bir faciaya yol açabilir. Eskiden sadece belli bir kesimin çocukları okula gidiyordu. O zaman eğitim sisteminin tek elden idaresi büyük sorun teşkil etmiyordu. Bugün öğrenci sayısı 30 milyon! Bu kadar büyük bir kitleye merkezî bir eğitim sistemi sunmak yanlış. Eğitimde çeşitlilik ve rekabet özendirilmeli. Bölgeler arası, şehirler arası ya da okullar arası rekabet iyiliklere vesile olabilir. Mevcut merkezî sistemin olumlu bir sonuç vermediği ve hiçbir zaman da vermeyeceği anlaşılmış olmalı. Rekabet ancak özgürlüğün olduğu bir ortamda var olabilir. Müfredatın, eğitim anlayışının en tepeden belirlendiği bir sistemde rekabet ortamı oluşamaz. YÖK olmadan, üniversiteler istedikleri gibi öğrenci alabilmeli ve tamamen bağımsız olmalı. Bu özgür sistem mükemmel mi olur? Hayır ama hiç olmazsa iyinin, doğrunun, güzelin önü açılmış olur. Devlet getirdiği özgürlüğü denetleyecek mekanizmalar kurabilir.

Köyde eğitimde nasıl bir sistem uygulanıyor? Gelen öğrenciler bocalıyor mu? Gözlemlediğiniz en önemli sorun-eksikleri ne?
Köyde özgür bir ortam var. Hocaya hiç karışmıyoruz. Vereceği dersi ve eğitim yöntemini kendi seçiyor. Başarı da onun, başarısızlık da. Ama tabii herkes en iyi bildiği konuyu, kendini en rahat hissettiği yöntemle anlattığından sonuç hep iyi oluyor. İlk defa gelen öğrenci bocalıyor tabii. Bocalasın da! Bin beter olsun! Ama bir hafta içinde kendini toparlıyor, bir şeyler anlamaya başlıyor ve çok hoşuna gidiyor. Birden aklına ve zekâsına güvenmeye başlıyor. Kendine geliyor.

Orada bulundukları süre zarfında ‘tamir olan’ çocuklar okula dönünce neler yaşıyor? Geleneksel yöntemle çatışma yaşıyorlar mı? İletişiminiz devam ediyor mu?
Yılda 5 bin öğrencinin geldiği düşünülürse, hepsiyle iletişim imkânsız ama yüzlercesi ile iletişimimiz sürüyor. Çok olumlu gelişimler gözlemliyoruz. Birçoğu matematik okumak istiyor. Bir kısmı da fizik gibi temel bilimlere yöneliyor. En önemlisi kendi başlarına 15 gün kaldıklarından birden büyüyorlar, olgunlaşıyorlar. Evinde parmağını kıpırdatmayan çocuk, köyde patates soyuyor, çiçek suluyor, tuvalet temizliyor, bulaşık yıkıyor. En sevdikleri de tuvalet temizlemek! Çünkü en aşağılık, en çirkin iş! Tuvalet temizlemek askere gidip gelmek gibi bir şey. En büyük sınav. Kendileriyle gurur duyuyorlar. Bir de tabii çabuk bitiyor, oysa bulaşık saatler sürüyor!

Küçüklere özel bir program ya da bir sınıf düşünüyor musunuz? Çocuklar köydeki çalışmalara katılma yaşına gelene kadar sakatlanmış olmuyor mu?
Aslında küçükleri rahat bırakmak lazım. Onları matematiğe boğmanın doğru olmadığını düşünüyorum. O yaşlarda, matematikten çok daha önemli olan şey yoğunlaşma kapasitelerini artırmak. Bu da resimle, müzikle, satrançla, kitap okumayla, oyunla olur. Çocuğun kendini kaybedeceği etkinliklerde aktif rol alması lazım. Bir de estetik duyarlılık matematik için çok önemli. O yaşlarda matematik ikinci planda kalmalı. Edebiyat, resim, müzik, spor, matematikten daha önemli olmalı.

Çocukların ödev ve çalışma sistemi nasıl olmalı? İlkokulda örneğin; çocuk özgür mü bırakılmalı yoksa her gün konu tekrarı yapmalı mı? Siz çocukken babanız “hadi oğlum çalış” der miydi?
Çocuğuna göre değişir. Bazı çocukların özgürlüğe ihtiyacı vardır, bazılarının ise zorlanmaya, teşvik edilmeye, baskıya. Ben özgür olmak isteyenlerdendim. Ailem bana bu konuda hiç baskı yapmamıştır ki çok çalışkan bir öğrenci de değildim. Çalışkan bir gençtim, kendi başıma hep ilgilendiğim şeyler vardı. Resim yapardım, satranç oynardım, kitap okurdum, matematik okurdum, pul koleksiyonum ve kimya laboratuarım vardı ama Türkiye’de olduğum sürece okulu hiç sevmedim. Okul için hiç çalışmazdım. Sabahlara kadar çalışırdım ama okul için değil. İşte eğitimin özgürleşmesi için bir neden de bu. Çeşit çeşit çocuk ve genç var. Hepsini aynı anlayışla eğitmek de ne demek oluyor? Ayrıca devlet benim çocuğumun eğitimiyle neden bu kadar ilgileniyor? Tabii devlet eğitimi bir beyin yıkama vasıtası olarak görüyor. Bu hep böyleydi ve kolay kolay değişeceğe de benzemiyor.

Sizin kuşaktaki ‘kendini adama’ kültürü ‘kendini kurtarma’ya evrilmiş olabilir mi?
Herkes önce kendini kurtarmalı çünkü kendini kurtarmadan başkasını kurtaramazsın. Ben toplum için 38’imden sonra çalışmaya başladım; ki biraz fazla erkendi ama koşullar öyle gerektirdi. O yaşa kadarsa sadece aldım! Aldıklarımı şimdi ödüyorum. Gençler şu anda kendilerini kurtarmakla meşguller. Doğrusunu yapıyorlar. Bazen köye ya da vakfa kendilerine göre önemli bağışta bulunmak isteyen gençler çıkıyor. Onları engelliyorum elimden geldiğince. “Bu parayla kendine kitap al, sağlıklı yaşa, iyi çalış, sinemaya, tiyatroya, konsere git, daha donanımlı ol. Büyüdüğünde bunun yüz mislini alacağız senden” diyorum.

Aldığınız para ödülü motivasyonunuzu artırdı mı? Vakfın ve köyün birikmiş borçlarına mı gidecek, yoksa “Bir süre rahat nefes alabiliriz” dedirtti mi?
Motivasyonum zaten yüksekti. O kadar çok öğrenci başvuruyor ki… Ve gelen gitmek istemiyor. Ayrılık günü “Zaten suyumuz az çocuklar, çiçeklere doğru ağlayın” diyorum! Borcumuz yok. Ayağımızı yorganımıza göre uzatıyoruz. Tamamen Felsefe Köyü’nün inşaatına harcanacak para. Ama bu ödül sayesinde maddi açıdan rahat bir nefes aldık. Bir de tabii, büyük bir endüstri tarafından takdir edilmek var. Bu her şeyden önemli. Varlığımız tescil edilmiş oluyor.

Nesin Vakfı’ndan da söz eder misiniz? Biraz arka planda mı kaldı acaba?
Vakfın geleceği artık benim varlığıma bağlı değil sanki. Oldukça iyi gidiyor. Sistem oturdu. Nitekim yönetimini vakıf mezunlarına, yani oranın asıl sahiplerine bıraktım. Sadece uzaktan, çok ender olarak, ihtiyaç olursa müdahale ediyorum. Gelirimizin dörtte biri Nesin Yayınevi’nden, dörtte biri kiralardan, yarısı da bağışçılardan geliyor. Ne yazık ki bağışsız yaşayacak seviyeye gelemedik bir türlü ama çalışıyoruz. Umarım ben yaşarken bunu gerçekleştireceğiz. Nesin Vakfı toplumda çok saygı duyulan, çok iyi bilinen bir kurum ama sadece 40-50 öğrenciye sahip çıkıyor. Daha etkili olması gerekirdi. Bunu da sanırım Matematik Köyü sayesinde sağladık.

Sıradaki gündem maddeleriniz neler?
Felsefe Köyü’nün yarısı tamamlandı ve şu an hizmette. Geçen yaz üç haftalık program gerçekleşti. Önümüzdeki yaz neredeyse iki ay boyunca çalışacak. Diğer yarısı bağışları bekler. Matematik Köyü ile yan yana, sınırdaşlar. Aynı altyapıyı paylaşıyorlar. Sanat Köyü’nünse seramik ve cam atölyelerini inşa ediyoruz. Böylece daha fazla genci etkileyeceğiz. Belki size iddialı gelecek ama Türkiye’nin geleceğini şekillendirdiğimizi düşünüyorum. Yarının bilim insanları, yöneticileri, sanatçıları matematik, sanat ve felsefe köylerimizden çıkacaklar.

Köyler birleşip üniversiteye dönüşür mü?
Olabilir ama şu anda bunun için yeterli paramız yok ve sanki hiç olmayacak. Başta nakit 25 milyon istiyorlar. Ama belki bir fen lisesi olabilir.